Geçen hafta iki kız arkadaşımla beraber Roma’ya gittik. Sadece seyahat etme gereksinimi ile Pegasus’un promosyonlu biletlerine bakıyoruz ve aklımıza ilk yatan yer Roma oluyor. Bizimkisi çoğu turistin yaptığı gibi Roma’nın tarihi yapısı ve şehrin güzelliklerinin arasında bir hafta geçirmekten öte kendimizi yollara vurmak ve İtalya’nın güneyini Amalfi Sahillerini keşfetmek. Çok farklı bir macera bizi bekliyor. Hazır İstanbul’da havalar da soğumaya başlamışken denize girme ihtimali bize çok cazip geliyor.
Sabiha Gökçen Havaalanından Roma’ya uçuşumuz 2 saat 40 dk ancak havaalanından çıkmamız iki saatten fazla sürüyor. Araç kiralama şirketlerinin olduğu yerde uzunca bir süre beklemek durumunda kalıyoruz. Rezervasyonumuzu online yaptırmadan gittik çünkü internetteki araç kiralama şirketlerinin bilgileri bayağı akıl karıştırıyor ve telefonla aramamıza rağmen hiç yardımcı olmuyorlar (rentalcars). Araba kiralarken dikkat ettikleri en önemli hususlardan biri uluslararası sürücü belgesine sahip olmak. Biz araştırmamızı yaparken bu zorunluluğu öğreniyor ve bir gün öncesinde Seyrantepe’de yer alan Turing’te Türk ehliyetimi çevirtip gidiyoruz. İlk kez çıkaranlar icin 373tl iken daha önceden sahip olduğunuz bir Uluslararası Sürücü Belgeniz var ise yeniletmek için 200tl vermeniz yeterli.
Havaalanında bir süre bekledikten sonra gri görünümlü bej, küçük ekonomik bir araç kiralayabiliyoruz. Yanında da dandik ötesi bir navigasyon aletimiz olduğu için sevinsek mi üzülsek mi bilemedik.. Daha ilk günden alıp bizi saçma sapan yerlere götürüverdi. Biz Roma’ya gitmeyi beklerken başka bir şehir yolunda ilerliyormuşuz meğer. Neyse ki kısa bir süre sonra farkediyor ve Roma’daki evin adresini giriyoruz. Ev diyorum çünkü konaklamalarımızı otelde kalmak yerine Airbnb aracılığıyla ayarladık ve her gece için farklı bir ev bulduk. Benim için olmasa da arkadaşlarım için bir ilk olacak. Airbnb son zamanlarda en sevdiğim konaklama türünden biri. İster tek ister arkadaşlarla olsun bize ait bir yer olması daha güzel. Böylelikle hem İtalyanların nasıl evlerde kaldığını görmüş oluyor, daha sıcak bir ortamda kalıyor hem de yeni insanlarla tanışıyoruz. Biz bu seyahatimizde tüm evi kiraladığımızı düşünürken 6 evin üçünde ev sahipleri de bizimle kalıyordu.
İlk günümüzü Roma’da geçirdikten sonra ikinci günümüzde sabah kalkıp kahvaltımızı yapıyor ve yola düşüyoruz. Roma’daki ev sahibimiz bize mutlaka görmemiz gereken bir kaç yer söylüyor biz de listeye ekliyoruz. İlk durağımız Napoli. Roma’dan Amalfi sahillerine gitmek için iki karayolu bulunuyor ve ikisi de Napoli’den geçiyor. Yol, hız sınırında ilerlediğinizde 3 saate yakin. Paralı otoyolu kullanmak zorundayız ve tek yön için €14 ödüyoruz. Önce biraz şaşırıyoruz miktara ama Türkiye ile kıyaslama yapmıyoruz tabi.
Ne kadar Napoli hakkında güzel şeyler okumadıysak ya da duymadıysak da biz çok beğeniyoruz. Şayet Napoli İtalya’nın üçüncü büyük şehri olup, tarih, sanat, kültür, mimari, müzik ve astronomi yönünden İtalya’da hayati rol oynamakta. Napoli eski tarihsel şehir merkezi Unesco Dünya Mirasları listesinde yer alıyor.
Anayoldan çıkıp Napoli şehir merkezine girer girmez yüksek, şekilsiz binalar bizi karşılıyor. En gözü yoran ise bu binalarda asılı olan çamaşırlar. Napoli, çamaşırları ile de ünlü olsa gerek. Sölenilenlere göre Napoli’de yaşayan insanlar çamaşırlarını kuruduklarında değil tekrar giymek istediklerinde topluyorlarmış. Tabi giyilecek hali kalır ise…
Bir süre park yeri arıyoruz ve sokakları tekrar tekrar dolanıyoruz. Trafik umduğumuzdan daha kötü. Kendimizi Amalfi Sahilleri’nin dar, virajlı yollarına hazırlamışız ama saygısız, sabırsız İtalyan sürücülerine hele ki her yerden çıkan Motorsikletli sürücülere hazır değiliz. Sanırım Napoli’deki trafiği İstanbul trafiği ile karşılaştırmak pek dogru olmaz. Şehrin her yerinde yol yapımının olmasının dışında sürücüler hiç de dikkatli değiller. Bu nedenle olsa gerek hemen hemen her aracın bir yeri içine göçmüş durumda ya da aynaları yok. Hatta nasıl olsa yenisi olur düşüncesiyle tamir de ettirmiyorlarmış.
Birkaç tur attıktan sonra arabamızı Piazza Carita’da bulunan seyyar otoparka iki saatliğine €5 verip bırakıyor ve meydanda yürümeye başlıyoruz. Burası aynı Tahtakale’ye benziyor. Her çeşit ihtiyacınızı bulabileceğiniz dükkanlar sokakların iki tarafına dizilmiş. Dükkanların sokaklara taşmış tezgahlarında kaybolmamak içten değil. Bit pazarında geziniyor gibi de hissedebilirsiniz. Daha fazla ara sokaklara dalmadan ana cadde Via Toledo üzerinde yürümeye devam ediyoruz. Trafiğe kapalı caddenin iki tarafında mağazalar restoranlar dondurmacılar yer alıyor. Dünya markalarının da yer aldığı caddenin genelinde küçük yerel dükkanlar mevcut. Şehrin en kalabalık ve turistik caddesinin burası olduğu belli. Hatta Türk bir turist kafilesine bile rastlıyoruz.
Napoli’nin kendisine ait o dokusu, sokakları, insanları bizi oldukça etkiliyor. Roma’nın turist kalabalığı bu şehirde yok. Evet Napoli’ye gri bir görüntü hakim. Şık giyimli kadınlar, rengarenk Vespalar yada kendi tarzında yakışıklı adamlar yok. Ancak, daracık sokakları, salaşlığı ve her binada camdan cama asılı olan çamaşırları ile oldukça samimi bir havası var. Mafyasının ünlü olduğu ve çantamıza dikkat etmemiz gerektiği konusunda uyarılmışız. Gözlerimizi dört açmış etrafı geziyor ve bol bol fotoğraf çekiyoruz. Park yerindeki adamın bile mafyadan olduğu duygusunu ve arabaya veda etmemiz gerektiğini de kendi kendimize konuşmadık değil. Daha sonra Salerno’daki ev sahibimizden öğrendiğimize göre İtalya’da dört farklı mafya grubu birbiri ile çatışma halindeymiş. Bu mafyalardan üçü Cosa Nostra(Sicilya Mafyası), Camorra (Napoli Mafyası) Ve Ndrangheta ( Calabria Mafyası) 1850’lerden beri varlığını sürdürüyormuş.
Napoli ile ilgili diğer bir konu ise çöp konusuydu ki gerçekten Napoli tam bir çöp yığını diyebiliriz. Bazı sokaklarda muhteşem pizza makarna kokusu ağır basarken bir anda yoğun bir çöp kokusu ile karşılaşabilirsiniz. Ana caddede olmasa da ara sokaklarda bu durum daha baskın. Bunun nedeni de yine Camorra yani Napoli Mafyası. 90’lı yılların sonlarından beri süre gelen çöp kirliliği 2008 yılında büyük bir krize neden oluyor ve tüm dünyada duyuluyor. Birçok turist hem mafyası hem de çöp olayları nedeni ile Napoli’yi pek sevmiyormuş. Belki bunda cüzdanlarını ya da çantalarını bir yankesiciye kaptırmanın acı hatırası da olabilir.
Ana cadde üzerinde yürürken hoşumuza giden Piazzetta Augusteo meydanında bir kafeye oturuyoruz. Yazdan kalma bir hava var. insanlar kitap okuyor, bir grup genç sohbet ediyor. Ancak hem ilgisiz garsonlar hem de etrafta dolanan sineklerden rahatsız oluyor ve kalkıyoruz.
Ne kadar pizzanın ana vatanının Napoli olduğu söylense de tercihimizi kahve ve tatlıdan yana yapıyoruz. Kahve molası vermek için caddenin sonunda Napoli’nin en önemli buluşma noktalarından Piazza Trieste Trento’da yer alan Napoli’nin en eski pastanelerinden 150 yıllık Cafe Gambrinus en doğru yer. Girişi oldukça kalabalık. İnsanlar dışarıdaki masalarda oturmak için sıra beklerken biz içerisini keşfe çıkıyoruz. Kafenin içinde insanların ayakta kahvelerini içip tatlılarını yedikleri bir bar, tatlılar ve çikolataların satıldığı bir pastane ve antika avize ve vitraylarla dekore edilmiş oldukça şık bir restoran yer alıyor. Napoli’nin karmaşasını izlemek için dışarıdaki masalardan birine oturuyor, birer Caffee Latte, İtalya’nın en ünlü tatlılarından Rum Baba, Istakoz kızartması olarak adlandırılan Riccia ve Profiterol söylüyoruz. Fiyatları diğer kafe ya da pastanelere kıyasla biraz yüksek olsa da zamanında Ernest Hemingway, Oscar Wild, Jean Paul Sartre’nin oturduğu masalarda oturmanın keyfi ayrı. Tatlıların lezzeti ise yorumsuz. Ne kadar çaykolik bir insan olsam da İtalya seyahatimiz boyunca Latte içmeden geçirdiğimiz bir öğün olmadı diyebilirim.
Kahve Molasının ardından Napoli’ye veda ediyor ve hava kararmadan Vezüv Yanardağı’na ulaşmayı hedefliyoruz. Hic aklımızda yokken Roma’daki ev sahibimizin mutlaka görmeniz lazım diyerek listeye eklettiği Vesuvio icin heyecan dorukta. Avrupa’nın son yüzyılda hala aktif olan tek Yanardağı Vesuvio Volcano’nun bilinen ilk patlayışı M.O 79 yılında olup bu patlama ile yanardağın yakınındaki Pompei, Herculanum ve Stabiae şehirlerinin insanlarla birlikte lav ve ateş yağmuru altında kalarak yerle bir olduğu, en son ise 1944 yılında patladığı belirtiliyor. Napoli’nin şehir merkezinden uzaklaştığımız ve İngilizce bilen insan bulmakta zorlandığımız için yolumuz beklediğimizden uzun sürüyor ancak gün batımına yetişeceğimiz için mutluyuz.
Yanardağın eteklerinde arabamız ile yukarıya doğru ilerliyoruz. Yeşilliklerin içinden geçerken acaba doğru dağa mı tırmanıyoruz diye bir kuşku doğmuyor da değil. Bir kaç araba dışında yol oldukça tenha. Yolun bir tarafında muhteşem bir manzara diğer tarafında ise değişik sanat eserleri yer alıyor. Ara ara yerleştirilmiş heykeller oldukça ilgi çekici. Kimin aklına gelir dağda sanat eserine rastlayacağımız. Bu İtalyanlar garip insanlar 🙂 yol bitip park alanına ulaştığımızda ortalıkta kimse yok. Girişe gidiyoruz ve yürüyerek volkanın en uç kısmına gideceğimiz yerin kapalı olduğunu görüyoruz. Saat 4’te kapanıyormuş meğer. Buraya kadar çıkmak da birşeydir diyip manzaranın ve günbatımının keyfini çıkarıyoruz. Aslında tam da istediğimiz gibi oluyor manzaraya doyuyoruz.
Vezüv yanardağı ile ilgili daha detaylı bilgiler öğrendikçe aslında ne kadar önemli bir geçmişe sahip olduğunu anlıyoruz. Napoli’li insanlar Vezüv’ün bir sonraki patlamasında Napoli’yi yok edeceğini düşünüyor ve korku içinde bekliyorlarmış.
Bizim Napoli gezimiz oldukça kısa sürdü maalesef. Daha görülecek birçok yer var. Napoli’nin tarihi yapısını incelemek, mükemmel pizzalarından yemek, her ne kadar tehlikeli olsa da ara sokaklara dalıp küçük dükkanlardan alışveriş yapmak bir sonraki seyahatimizin nedenleri arasında. En önemlisi de Pompei’yi mutlaka ziyaret etmek istiyoruz. Tabi o zamana kadar umarız Vezüv Yanardağı coşup talihsiz kazalara neden olmaz.
Napoli’de gece kalmayacak direkt Sorrento yakınlarındaki Vico Equense’ye doğru ilerleyeceğiz. Esas macera şimdi başlıyor 🙂
Devam edecek…
YORUM BIRAKIN