Londra’nın benim için yeri ayrıdır. 12 yaşımda ilk yurtdışı seyahatimi dil okulu için Londra’ya yapmıştım. Yalnız seyahat etmek için zor bir yaştı. Ailemi çok özlemiştim ama bu seyahat muhtemelen benim seyahati bu kadar sevmemin en önemli sebeplerinden olmuştu. Ayrıca yalnız da seyahat edebilme konusunda problem yaşamamamın da muhtemelen en büyük etkenlerinden biri olmuştur.
Sonrasında Londra’da yolum birçok kez düştü. Üniversitede bir kez daha dil okulu için Cambridge’e geldiğimizde haftasonları tek adresimiz Londra olmuştu. Kendine has, canlı, güzel bir şehir burası. Hatta bir dönem yerleşmeyi bile çok istediğim bir yerdi. Hala arada sırada aklıma gelmiyor değil 🙂
Pandeminin ardından ilk gitmek istediğim yerlerden biri de doğal olarak Londra’ydı. Hem çok sevdiğimden hem de kuzenim Özge’nin hemen pandemi öncesi oradan iş teklifi alıp yerleşmesinden sebep geçtiğimiz kış hemen vizemi yeniledim. Mayıs ayında şehrin her yerinde birbirinden güzel çiçekler açtığından da uçak biletimi 14 Mayıs’a aldım ve yola çıktım. Bu kez arzum Londra’da bir lokal gibi yaşamaktı. O yüzden turistik hiçbir yeri gezi planlarım arasına koymadım. Özge’ye dedim ki beni burada en sevdiğin yerlere götür. Hatta 1 hafta boyunca Londra’da yaşayan arkadaşlarımla da buluştuk ve beni en sevdikleri yerlere götürdüler. O yüzden bu yazımda Londra’da arkadaşlarımın beni götürdüğü yerleri yazacağım.
Yemek Pazarları ve Alanları:
Londra’da haftanın belli günleri yemek pazarları (Food Market) kuruluyor. Bunun yanı sıra da sadece yeme içme mekanlarından oluşan birçok yemek alanları (Food Court) mevcut.
Duke of York Square- Sloane Street
Özge beni gelir gelmez her Cumartesi günü 10:00 ile 16:00 saatleri arasında Duke of York Square’de Padritges adlı marketin düzenlediği yemek pazarına getirdi. Kocaman bir çim alanın etrafında dizilmiş standlarda dünyanın farklı mutfakları yemekseverlerle buluşuyor. Yemeğini içkisini alan çim alanda kendine bir yer kapıyor ve afiyetle yemeğini yiyip içkisini yudumluyor. Şansıma hava Londra’da mis gibiydi. Güneş olunca insanlar kendilerini çimlere atmıştı. Pazarda yok yoktu. İspanyol Paella’sından Fransız Canele tatlısına ve krebine, Arjantin empanadalarından İsviçre Raclette sandviçlerine ve Çinlilerin dumplinglerine kadar her şey! Biz burada yemek yemedik ama hemen pazarın yanıbaşında yer alan Patridges’den buz gibi Cava alıp çimlerde bir güzel keyif yaptık.


Seven Dials Court-Covent Garden
Özge beni ikinci akşam Covent Garden’de yer alan bu yeme içme alanına getirdi. Burası sabah 11:00’den akşam 11:00’e kadar açık olan bir yer. Hamburgerciden, Uzakdoğu mutfaklarına, Meksika restoranından İtalyan lezzetlerine kadar birçok alternatifin bir arada olduğu bir yer. Biz buranın hemen karşında yer alan Neil’s Yard’da bir şey içmeye gitmeden Seven Dials’a uğradık. Ben hemen gözüme kestirdiğim Japon pancakelerinden denedim. Matcha dolgulu seçtiğim pancake aşırı lezzetliydi.


Borough Market-South Wark
Londra’nın en ünlü açık hava yeme içme alanı. Sabah 10:00 akşam 17:00 saaatleri arasında açık. Taa 1800lerin başında inşa edilmiş bu yemek alanı/pazarı. Burada yine dünyanın bir çok mutfağına ait (Türk de dahil) lezzetler standlarda satılıyor. Bunun yanısıra manavlar, içki dükkanları, hediyelik eşyacılar ve publar da bulunuyor. Buradaki birçok şeyde aklım kaldı ama sonunda pulled beef yani ağır ateşte uzun saatler pişmiş tiftik dana etli sandviçten denedim. Üzerine de sezonun bitkisi olan Rhubarblı (Bizde ravent bitkisi veya ışgın olarak biliniyor) ve çilekli bir crumble yedim. Rhubarb bizde pek yaygın olmadığı için mümkün olduğunca rhubarbla yapılan lezzetleri denemeye çaştım. Rhubarb içine eklendiği tatlılara ekşimtırak bir lezzet katıyor. Tuzlu yemeklerde de kullanılıyor ama tatlısı daha yaygın. Crumble üzerindeki ılık vanilya sosuyla çok lezzetliydi. Sandviç de güzeldi ama biraz acısı fazla geldi.


Mercato Mayfair-Mayfair
5 yıldır Londra’da yaşayan üniversiteden arkadaşım Canan beni Mercato Mayfair’e götürdü. Burayı seveceğimi tahmin etmiş ve gerçekten doğru düşünmüş. Mercato Mayfair eski bir kiliseden yeme içme alanına dönüştürülmüş. İçerisi büyüleyici bir atmosfere sahip. İki katlı yemek alanında yine farklı mutfaklara ait bölümler mevcut. Biz burada yemek yemedik ama birer Gin kokteyl içtik. Tabi ki benim seçimim rhubarblıydı 🙂

Leadenhall Market-Gracechurch
Victoria tarzı mimariye sahip bu yeme içme alanına beni yine Londra’da yaşayan arkadaşım Zeynep getirdi. Çok şanslıyım ki arkadaşlarım neden hoşlanacağımı çok iyi biliyor. Burası da Londra’da en çok beğendiğim yerlerden biri oldu. Leadenhall 1400lü yıllarda kurulmuş bir et, tavuk, balık haliymiş. Şimdi restoranlardan ve publardan oluşan bir yer. Mimarisi müthiş etkileyici. Harry Potter’daki bir sahneye de burası ilham olmuş. Mutlaka görün.


Ichiba London-Westfield
Burası Avrupa’nın en büyük Japon yemek alanı. Hem Japonya’ya özgü yemeklerin servis edildiği bölümleri var hem de Japonya’ya özgü yemek malzemeleri ve eşyaların satıldığı market bölümü var. Bir Uzakdoğu mutfağı hayranı olarak burası benim için cennet gibiydi. Çünkü özellikle Japon ürünlerini Türkiye’de bulmak çok zor. Japonya ve Türkiye arasında gıda ticareti üzerine anlaşma olmadığından diye duymuştum bunun sebebini. Tabi ben böyle bir yere gelince Türkiye’de bulamadığım her şeyi aldım. Maalesef kur farkı sebebiyle fiyatlar çok ucuz değil ama aradığım ürünler olduğu için aldım istediklerimi. Bunun daha küçük ölçekli Oseyo adlı Kore versiyonu da Soho da yer alıyor.
Publar & Barlar:
Londra’daki 1 hafta boyunca çok fazla pub denedik. Bu pub kültürünü çok seviyorum. İnsanlar iş çıkışı bir şeyler içmek için mutlaka publara uğruyor. Sosyalleşiyor, sohbet ediyor ve eğleniyor. Çoğu pub en geç 11:00’de kapanıyor çünkü çoğu yerleşim merkezi içinde yer alıyor. Gittiğimiz publar arasında en beğendiklerimiz şöyle:
The Anglesea Arms-South Kensington
Özge’nin yaşadığı yer olan South Kensington’da müdavi olduğu pub burası. Ben de orada yaşıyor olsaydım muhtemelen ben de çok sık giderdim. Kitlesi genellikle gençlerden oluşuyor. Her aksam kalabalık oluyor. Biz hep rezervasyon yaptırarak gittik. Sosyalleşmek için çok güzel bir pub. Gittiğimiz akşamlardan birinde Londra’da yaşayan 2 Türk kız kardeşle tanıştık ve hemen arkadaş olduk. Bu arada yemekleri de çok başarılı. Bir akşam yufkaya sarılmış siyah sarımsaklı fırında Camembert peyniri yedik ve bayıldık. Birde lokal bir küçük balık cinsinin ile kalamar kızartmasından oluşan bir tabak denedik. Onu da çok sevdik.

The Hereford Arms-South Kensington
Burada da tesadüf Özge’nin komşusu çıkan arkadaşım Tunçsel ve eşi Gözde ile gittik. The Anglesea’den farkı buradaki kitlenin yaş ortalaması daha yüksek. Yine aynı şekilde keyifli bir pub.
The Chesterfield Arms-Mayfair:
Burası da Özge’nin keşfi olan bir pub. Çok güzel bir bölgede yer alıyor. Çevresinde çok güzel restoran ve dükkanlar var. Pub zaten kırmızı rengiyle hemen dikkat çekiyor. Çok fotojenik mutlaka önünde fotonuz olsun 🙂
Ye Olde Watling-City
Burayı da bir akşam St. Paul Katedrali yakınlarındaki rooftop bar çıkışında keşfettik ve çok sevdik. Şık iş kıyafetleriyle ofis çıkışı bir şeyler içmek için uğramış kitlenin ağırlıkta olduğu bir pub burası. Hatta Ye Olde Watling’e ben dönmeden önceki akşam bir kez daha gittik. Yine aynı şekilde keyifliydi. Ama dikkat edin burası muhtemelen hafta içi daha yoğun müşteri profili sebebiyle.
Madison Roof Top Bar-City
Londra’nın en popüler teras barlarından bir Madison. Şahane bir St. Paul Katedral manzarasına sahip. Londra’nın da birçok yeri buradan görülebiliyor. Ancak rezervasyonsuz yer bulmak zor. Biz Özge ile şans eseri yer bulduk. Gün batımı için gidip bir şeyler içebilirsiniz. YA da buradaki restoranlarda yemek de yiyebilirsiniz.
Kahveciler:
Sayısız kahveci var şehirde. Önceki gelişlerimde de yazmıştım. Ben de bu sefer gittiğimde bu iki kahveciyi çok beğendim. Biri Danimarka kahvecisi diğeri ise kiliseden kahveciye dönüştürülmüş bir kahveci.
Hjem-South Kensington
Semtin en popüler kahvecisi. Burası Danimarka konseptinde bir mekan. Buram buram kahve ve tarçınlı kakuleli ve tereyağlı çöreklerin tatlıların kokusu geliyor Hjem’den. Arkadaşlarımın söylediğine göre burası normalden biraz daha yüksek fiyatlara sahip. Ekşi mayalı ekmek içinde tereyağı ve cheddarlı bir sandviç ile kakuleli bir roll çörek yedik. İkisi de çok başarılıydı ama özellikle kakuleli çöreğin lezzetine bayıldık.


Coffeeology-Richmond
30 yıl önce ilk yurtdışı seyahatimi Londra’ya yaptım demiştim. O da Londra’nın Richmond adlı semtineydi. 30 yıl önceki anılarımı tazelemek için bir gün Richmond’ın yolunu tuttum. Pek hatırlamasam da Richmond çok güzel bir semtmiş. Dükkanları, kafeleri çok sevimli. Eski bir kilise olan coffeeology de en beğendiğim yerlerden biri oldu. Görür görmez çok hoşuma gitti hemen içeri girip kendime bir kahve aldım. İçerisi de ayrı güzeldi.

Restoranlar:
Ave Mario-Covent Garden
Canan beni bu çok merak ettiğim İtalyan restoranına götürdü. Burası ve diğer kardeş restoranları tam instagramlık restoranlar. Her köşesinde foto çekip paylaşma isteği uyandırıyor. Rezervasyonsuz yer bulmak şans ama biz şanslıydık. Kapıdan gidip sorduk ve 1 saat 15 dakika kullanabileceğimiz müsit masaları vardı. Bizim için yeter de artardı. Ave Mario’da pizza yedik. Canan’ın tercihi trüf mantarlı benimki de pepperoni’liydi. Sonda gelen dondurma servisi tam bir görsel şölendi. Wclerde selfie çektirmeyi unutmayın


Kaia at the Ned-Poultry
Liseden arkadaşım İmge’de uzun yıllardır Londra’da yaşıyor. Burası İmge’nin favori yerlerinden ve aslında o ve eşi beraber gidecektik ama son dakika bir aksilik yaşanınca kuzenimle birlikte gittik. İyi ki de gitmişiz. Burası The Ned adlı otelin içinde yer alıyor. Otel göz kamaştırıcı. Konsepti de çok farklı. Lobinin ortasında yuvarlak bir sahne var ve burada bir grup performasını sergiliyor. Otelin her yerine mekanlar serpiştirilmiş. Her yer kalabalık ve hareketli. Kaia ise otelin Japon restoranı. Paylaşımlı uzun masaların etrafında insanlar sohbet edip Japon lezzetlerini tadıyor. Yumuşak kabuklu yengeç roll ve acılı ton balıklı roll çok başarılı.


Cheese-Leadenhall Market
Yine uzun süre önce Londra’ya yerleşmiş olan Bodrum’dan arkadaşım Zeynep benim mutlaka bu tarihi yeme içme alanını görmemi istedi. İyi ki gittik çünkü büyülendim buranın mimarisinden. Hatta yemeği de burada yemeye karar verdik. Cheese adlı mekan tapas menüsüne sahip ama farklı mutfaklardan lezzetler menüde yer alıyor. Hatta Adana kebap görmek beni oldukça şaşırttı. Korean Fried Chicken, Chorizo Bites, Fillet Steak Skewers with Chimmichuri ve Scottish Eggs yediklerimiz arasındaydı ve hepsi de çok lezzetliydi. Özellikle Chorizolar.
The Truffle Burger
Soho’da bulunan bu burgercıya bir süre önce Londra’ya taşınan arkadaşım Arda’nın tavsiyesi ile gittim ve gerçekten çok beğendim. Fırsatım olsa yine gidip yemek istiyordum ama vaktim olmadı. Burgerın özelliği içinde incir reçeli olması. İnanılmaz güzel bir tat katmıştı. Tabi Raclette peyniri ve trüflü mayonezi de atlamayayım.
Compagnie Des Vins Surnaturels-Neal’s Yard
Burası Londra’da en beğendiğim ve en güzel vakit geçirdiğim yerlerden biri oldu. Özge sana çok şirin bir avlu göstericem dedi ve beni Neal’s Yard’a götürdü. Sıralı ampüllerin asılı olduğu çevresinde renki binaların ve dükkanların olduğu küçük bir avlu burası. Hava yağmurlu olduğu için avluya bakan bir mekanda oturalım dedik ve bu şarap evinin dışında hemen yerimizi aldık. Şaraplarımızı yudumlarken gelen geçeni izleyip sohbet ettik.
Çok keyifli ve zamanlaması harika bir yazı olmuş …Bilmediklerimi de sayenizde denemiş olacağım ..
Beğenmenize sevindim. Şimdiden iyi seyahatler