Geçtiğimiz haftasonu Denizli’li arkadaşım Hakan ile birlikte Cumartesi sabah 05:50 uçağına atladık ve Denizli’ye gittik. Pazar akşamı 19:40’daki dönüş uçağımıza kadar 36 saatte Denizli ve çevresinin altını üstüne getirdik. Görülmeye değer o kadar çok yer var ki ve hepsi de birbirine o kadar yakınki beni çok mutlu eden ve şaşırtan kısacık gezilerdendi. Yani kesinlikle bir haftasonu atlayıp dolu dolu geçirilebilecek haftasonu kaçamağı bölgelerinden biriydi Denizli ve çevresi.
Cumartesi şehre indiğimizde Denizli Çardak Havalimanı’ndan kiralık aracımızı aldık ve yola çıktık. Havanın çok sıcak bir dönemi olduğu için sabah hemen Pamukkale’ye gittik. Hızlandırılmış şekilde bu yeryüzü harikasını gezdik. Tabiki burası birkaç saatlik bir ziyaret için çok büyük bir yer. O yüzden isterseniz siz tüm günü Pamukkale’ye ayırabilirsiniz. Ben önceden de gittiğim için gerek görmedim. Güzel güzel fotolar çektik birkaç saat içinde. Sonrasında ise başka yerlere gitmek için Pamukkale’den ayrıldık.
Tesadüfen Buldan’da düzenlendiğini öğrendiğimiz Dokuma ve El Sanatları Festivali’ne gitmek için Denizli merkezden 1 saat uzaklıktaki Buldan’a doğru yola çıktık. Şehir çıkışındaki Köfteci Yusuf’un nefis köftelerini ve piyazını yedik. Ben böyle hızlı servisi ve çalışkan garsonları olan çok az işletme gördüm. Dev gibi bir restoran. Bir yanda kocaman ızgarada pişen etler, arı gibi servis yapan garsonlar, diğer tarafta salata ve tatlıların sergilendiği dolaplar ve şarküteri bölümü… Köfteci Yusuf’un köftelerini Hakan zaten gitmeden önce öve öve biterememişti. Yediğimde yüksek olan beklentimin sonuna kadar karşılığını buldum diyebilirim. Hatta 1 porsiyon yetmediği için ilave köfte de söyledik. Üstene ise yine Hakan’ın ballandıra ballandıra anlattığı ekmek kadayıfını paylaştık. Çok fazla tatlandırılıp iç baymayan ekmek kadayıfı lezzeti ile beni bayılttı. Tabi o sıcakta bu kadar yiyince Buldana kendimizi zar zor attık. Siz siz olun yemeği fazla kaçırmayın öyle sıcak şehirlerde.
Buldan kumaşı ve havlu üretimi ile meşhur olan bir ilçe. Festival 17. kez düzenleniyormuş. Merkezi festival sebebi ile trafiğe kapatılmış ve burada yolun kenarlarına sağlı sollu standlar kurulmuş. Bu stanlarda havlu, peştemal, el sanatlarından örnekler, gül suyu ve kremleri, giysi, atıştırmalık lezzetler gibi bir sürü şey sergilenip satılıyordu. Ayrıca ilçenin her köşesinde bir havlu üreticisine ait dükkan bulunuyordu. Biz festival alanını şöyle bir dolaştıktan sonra kendimize peştemal ve bornoz satın aldık. Festival alanında havlu ve peştemallerin nasıl dokunduğunu bizzat yerinde görmüş olduk. Sonra Nuri Akın adlı keyifli bir çay bahçesinde oturup biraz dinlendik. Buldan güzel ve renkli binalarıyla beni şaşırtan bir ilçe oldu. Karnımız tok olduğu için burada yemek yemedik ama Buldan’ın otlu peynirli pidesi çok meşhurmuş. Bir sonraki gelişimizde mutlaka diyerek bu güzel Ege kasabasından ayrıldık.
Hakan’ı annesi Denizli’de yaşıyor. Gece onun evinde konakladık. Buldan sonrası bir süre dinlenmek için eve gittik. Akşam üzeri de yemek için çok güzel bir restorana gittik. Adı Değirmen. İçinden bir dere geçiyor. Dev alabalıklar yüzüyor. Burası zaten bir Alabalık restoranı. Üzeri asma yapraklarıyla kaplı dış mekanı bulunuyor. Ben 90lı yılların restoranlarına benzettim. Ailecek Ankara’da çok sık giderdik. Araba ile meze çeşitlerini getiriyorlar dilediğiniz seçiyorsunuz. Buranın Çingene turşusu adı verilen acı biber turlusu ile ekşi mantarı meşhurmuş. Birer tabak onlardan, yoğurtlu semizotu, çoban salata ve manço (patates, patlıcan, domates ve yoğurtlu meze) sipariş verdik. Fırından yeni çıkmış sıcacık pidelerimizle birlikte servis edildiler. Hepsine tek tek bayıldım ama turşu gerçekten efsaneydi. Ardından fırında kaşarlı mantı geldi. Normalde pek aram yoktur bu ara sıcakla ama burası güveçte mantarı harika yapmıştı. Finalde ise bir adet ızgara bir adette mekanın spesyali olan kaşarlı alabalık sipariş ettik. İkisine de bayıldım ama favorim kaşarlı alabalık oldu. Denizli’ye giderseniz ve nostalji yaşamak isterseniz Değirmen’e gidin derim.
Aslında Denizli’nin tandır kebabı meşhur ama geçen kez onu yemiştim o yüzden bu sefer farklı şeyler denemek istedim. Siz yemediyseniz Kebapçı Enver’de mutlaka tadına bakın!
Ertesi gün kahvaltının ardından sabah erkenden 8 gibi yola koyulduk. Bu kez Türkiye’nin Maldivleri olarak adlandırılan Burdur’daki Salda gölüne gittik. Birkaç senedir hep aklımda olan ve gitmek isteyip gidemediğim yerdi Salda Gölü. Fotoğraflarını görür görmez büyülenmiştim. Maldivlere gitmiş biri olarak Türkiye’de böyle bir yerin olması beni aşırı heyecanlandırmıştı. Denizli’den 1 saat sonra Salda Gölü’ne ulaştık. Yol üstünde Serinhisar’da durup leblebi aldık. Burası meğer Türkiye’deki leblebi üretiminin büyük bölümünü yapıyormuş. Buraya özgü tuzlu leblebilerden aldık ve yolda afiyetle yedik.
Salda Gölüne geldiğimizde ilk olarak karşımıza Orman Kampı adlı kamp çıktığı için buraya girmeye karar verdik. Buraya araçla 7,5 TL’ye giriyorsunuz. Halka açık bir plaj. Upuzun. Bir yanda piknik yapanlar diğer yanda da göle girenler. Epey kalabalıktı. Biz de daha tenha olan bir yere gitmek için buradan ayrıldık. Bu arada malesef burada wc kullanmak zorunda kaldım. Ve neden girişinden para alınan bir yerin wcsinin bu kadar bakımsız ve pis olduğunu düşünmeden edemedik. Hem de böylesine cennet güzellikte bir yerde…
Daha sonra Salda köyüne doğru ilerleyip hemen köyün girişinden sapılan Maldivler adlı kafenin bulunduğu plaja gittik. Bembeyaz uçsuz bucaksız bir plaj, turkuaz sular daha uzaktan arabayı parkettiğimiz yerden itibaren büyüledi bizi. Nispeten sakin olan bir yeri seçip peştemalimizi serip oturduk. Bol bol fotoğraf çektik, manzarayı izledik. Yanımızda mayo getirmediğimiz için gölge yüzemedik ama bu bile iyili geldik dememize yetti. Hatta bir sonraki sefer buraya daha uzun bir zaman ayırmaya karar verdik. Salda Gölünde konaklamak için bir butik otel bulunuyor. Adı Lago di Salda. Bunun dışında konaklamak isteyenler kamp kurabilirler. Plajlar dışında göle girmenin tehlike olduğu söyleniyor çünkü göl birden derinleşiyor. Bu da boğulma vakalarını artırıyor. Salda Türkiye’nin en derin göllerinden biriymiş. Bir de Yeşilova tarafına halk plajı bulunuyormuş. Bizim plajda oturmak için seçtiğimiz yer göle girilen kısımdan biraz daha ilerideydi ve ben suya ayağımı sokmak istediğimde bileğime kadar suya battım. Yani ıssız yerlerde yüzmek içi göle girmeyin derim.
Salda’ya doyamadan bir başka güzel destinasyona doğru yola çıktık. Lavanta tarlaları her geçen gün daha da çok adından söz ettiren Isparta’nın Kuyucak köyü. Türkiye’nin lavanta üretiminin %93’ü burada gerçekleştiriliyormuş. Lavanta Kokulu Köy projesi yerel lavanta üreticilerini desteklemek, köylülere gelir kapısı açmak amacıyla Gelecek Turizmde girişimi tarafından desteklenen bir kalkınma projesi. Fransa’nın Provence bölgesinin lavanta yetiştiriciliği örnek alınmış Kuyucakta. Geçtiğimiz sene ilk kez namını duymuştum ama bu yıl adından çok ama çok sözettiren bir yer olunca gitmemek olmazdı.
Salda’dan Kuyucak 1 saat 15 dakika civarında sürüyor ama biz Burdur’da yarım saat yemek molası verdik. Burdur’un şiş köftesi meşhurmuş. En ünlü yeri de Özsarı adlı restoranmış. Merkezde bulunan restoranda Burdur şişi yedik ve yola öyle devam ettik. Şiş köfte ama sadece şiş olarak adlandırmış bu lezzeti Burdurlular. Porsiyonuna 14,5 TL ödedik.
Kuyucak köyüne yaklaşırken lavanta tarlaları irili ufaklı karşınıza çıkıyor. Ama heyecanlanmayın. Bölgede kocaman tarlalar var. Biz doğruca Kuyucak Köyüne gittik. Burada köylüler kurdukları standlarda lavanta ile ilgili aklınıza gelebilecek herşeyi satıyordu. Etrafta nefis lavanta kokusu hakimdi. Bizi tanesi 2,5 TL’den birer tane lavanta buketi aldık. Buram buram nefis kokular yayıldı arabanın içine. Hatta şuan evde mis gibi lavanta kokusu var. Köyde lavata yağı, lavanta parfümü, lavanta çayı, dondurması ve gözlemesi gibi lavantalı ürünler ve lezzetler satılıyor. Lavantalardan yapılmış taçlar bile mevcut.
Köyden ayrılıp biraz gidince soldan saptık ve dev bir lavanta tarlası bulduk. Normalde tarlaların bölgesini temin edebiliyormuşsunuz ancak bir köyde nereden bulabileceğimizi keşfedemedik. Aslına bakacak olursanız keşke köyün merkezinde bir turizm ofisi standı yer alsaymış. Her gün yüzlerce, binlerce kişi ziyaret ediyor artık burayı. İnsanlara lavanta hakkında bilgi verseler, nereleri görmeleri gerektiğini anlatsalar, vs vs.
Bulduğumuz tarlada çok güzel lavantalar vardı. Hem uzun hem de mor çiçekleri fazla olanlardan oluşuyordu. Nefis fotolar çektik. Ben dronela da çok güzel kareler yakaladım. Buradaki tek eleştiri olmasa da olmasını isterdim diyebileceğim şey lavantaların dikiliş şekli. Neden top top öbekler halinde dikiliyor anlamadım. Böyle olunca aralarında boşluk oluyor ve görsel açıdan bütünlük sağlanamıyor. Provence de uzun uzun şeritler şeklinde dikiliyor. Bir de otopark yapılması şart köyde. Ama yine de çok güzeldi lavantalar.
Çok fazla tarla gezebilme şansımız olmadı çünkü 19:40’da olan dönüş uçağımızı yakalamak için 4 buçuk gibi yola çıktık. Buradan Denizli’nin ÇArdak havaalanı 1 saat 15 dakika sürüyor. Yani tüm bu gezdiğim yerler maksimum birbirine 1 buçuk saatlik uzaklıktalar.
Kesinlikle bir haftasonu gezisi için ideal bir destinasyon Denizli ve çevresindeki köyler. Lavanta hasatı yarın başlıyor. Artık görsel olarak çekim yapılamayacak ama seneye kaldığı yerden devam edecek.
YORUM BIRAKIN